0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

2O. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“ACIYI RESMETMEK”

Anne, ben şimdi kör olsam, sen elimden tutup beni karşıdan karşıya geçirmezsin değil mi?

Babam geçirirdi anne, hem de sırtına alıp geçirirdi.

Bu yüzden babamı hep daha çok sevdim.

Annemin hikâyesini hep merak etmiştim. Aklımı başıma aldığımda, annemin ne olduğunu ve ne olamadığını anladığımda onun hayatını merak ettim. Annesini, babasını, kardeşi olup olmadığını, onu böyle biri haline getiren tüm şeyleri... En çok da ona, insanların kalplerini bu kadar kolay kırabileceğini öğreten kişiyi merak ettim.

Tanrım, anneler çocuklarını ölünce sever mi?

Duydum ki, cennette ne istersen o olurmuş. Bunu isteyeceğim.

Gerekirse zorla sevmesini...

Ben annemi ve onun avuç kadar küçük bir kızın kalbinde açtığı hasarları düşünüyor olsam da aslında bunların dışında çok daha fazla düşündüğüm bir şey vardı:

Hazer Han Dalgakıran.

Bugün cumartesi sabahıydı ve ben önceki geceden beri pek uyuyamamıştım. O telefon konuşmasından sonra çok üzülmüş, Hazer’e bir şey diyememiştim. Sessizce eve gelmiştik. Arkamdan seslendiğini duymuştum ama maalesef ki o dehşet ânı ve üzüntüyle ona kaba davranmış, cevap veremeden içeriye kaçmıştım. Ben içeriye geçip oturduğumda onun bir süre kapımın önünde durduğunu, evi izlediğini penceremden görmüştüm. Sanki gitmemiş değil, gidememişti.

Giderken demişti ki, açmazsın diye kapıyı çalamıyorum.

O bir süre sonra gittiğinde ben kendime bir mum yakmış, sonra geçip oturmuştum. Uzunca bir süre o mumu izlemiş, ağlamamak için çaba sarf etmiştim. Kardeşimi bir aile evlatlık istiyordu ve bu... Benim için kötüydü. Onu hiç tanımadığım insanlarla paylaşmayı istemiyordum, Leo’yu nasıl hiç tanımadığım insanlara emanet edebilirdim ki?

Gece ağlayarak sızana kadar bunları düşünmüş, birkaç saat sonra sabah ışıklarıyla beraber uyandığımdaysa geri uyuyamamıştım. Şu an saat yediye çeyrek vardı ve ben küçük aynama bakıyor, saçlarımı tarıyordum. Şu vardı ki, nasıl yaptığımı anlayamadan uyandığımda Hazer’e bir mesaj çekmiştim.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Günaydın.

Beni ne zaman alacaksın?

Bu mesajı gönderdikten sonra pişman olmayı beklemiştim ama hissettiğim tek şey beklentiydi. Hazer Han bu şapşal mesajıma bir yanıt vermemişti ama ben o mesajı attıktan sonra hazırlanmaya başlamıştım. Çok saçmaydı, ben gerçekten pervasız bir şapşal olmalıydım. Beni çiftliğine davet etmesini nasıl böyle kabul etmiştim aklım almıyordu ama uyandığımdan beri yerimde duramıyordum. Kalbim kasılıyordu, onunla iki günü beraber geçireceğimi düşündükçe dizlerim titriyordu.

“Sadece Hazer... Sadece Mila...”

Tarağı saçlarımdan aşağıya indirirken bunu fısıldadım ve tarak saçlarımın uçlarından kayarken, gürültülü bir fren sesi duyarak elimdeki tarağı yere düşürdüm. Motor sesi o kadar yakından gelmişti ki onun Hazer olduğunu anlamam için başka hiçbir şeye ihtiyacım kalmamıştı. Aceleyle dizlerimin üzerinde doğruldum ve yatağın üzerini toparladıktan sonra kendime göz attım. Beyaz, dar bir pantolonun üzerine siyah bir gömlek giymiş, uçlarını bağlamıştım ama bu gömleği ilk kez böyle giyindiğim için güzel durup durmadığına emin değildim. Gömleğin iki düğmesini açık bırakmış, bir kolye takmış ve dudaklarıma biraz ruj sürmüştüm.

“Ruju taşırdım mı sanki...”

Parmaklarımla rujun fazlalığını almayı düşünürken, sokak kapısına vurulduğunu duydum ve nefesimi tuttum. Tanrım, bu daha ne kadar devam edecekti? Uyuşan ellerimi ovuşturarak yürüdüm ve hiç beklemeden sokak kapısını açtım.

Gözlerim yüzüne kilitlendi ve bakışlarım hafızamın derinliğindeki yüzü taradı. Fark ettiğim ilk şey Hazer’in bugün sakal tıraşı olmadığıydı. Kirli sakalları çenesini kısmını sarmıştı. Saçları her günkü düzenine sahip değildi, dağınık ve karman çorman görünüyordu. Onu ikinci kez deri ceketle görüyordum, ikinci kez kot pantolonla görüyordum. Altında siyah bir pantolon, üzerinde gri, boğazlı kazakla deri ceket vardı.

“Günaydın güzelim.”

Sesi, sanki kalbime yüklendi ve kemiklerimi acıttı. Ağzım kururken, “Buenos días,” dedim ve çekingen bir şekilde uzanıp ceketinin yakasını düzelttim. Yakası hafifçe açılmıştı, üşüsün istemezdim. “Yine gri giyinmişsin?”

Parmaklarım ceketinin yakasından uzaklaştı ve avucuma saklandı. Hazer bakışlarını bir ceketinin yakasına bir de elime çevirerek gözlerini kırpıştırdı. Bana bir cevap vermek yerine ummadığım bir şey yaptı ve az önce düzelttiğim ceketin yakasını tekrar dağıtarak gözlerini gözlerime kenetledi. “Bozuldu, bir daha düzelt.”

Alt dudağımı ısırdım ve Hazer’in yakıcı bakışları yüzümün aşağısına inerken, “Despot,” diyerek parmaklarımla ceketinin yakasına uzandım. Hazer yutkundu ve sanırım yakasını daha iyi düzeltebilmem için bana biraz daha yaklaşarak bir elini kapının pervazına yasladı. Böylelikle bana eğilmiş, yüzlerimizi yaklaştırmıştı.

“Madem istiyorsun, düzelteyim bari,” diyerek özenle yakasını düzelttim.

Hazer gözlerimi yakalamak için başını eğerken, göğsündeki sıcaklık parmak uçlarıma yayılmış ve avuç içimi terletmeye başlamıştı. Ceketini düzeltip hemen uzaklaşmak istiyordum ama o kadar yakınımdaydı ki, kaçamıyordum. “Şşt,” dedi Hazer, sığ nefesler alırken. “Sen... az önce benimle flörtleştin mi?”

Bir an hayatla bağlantım kopmuş gibi hissettim. Bir yandan da kalbim ele avuca sığmaz şekilde atıyordu. “Bilmem,” dedim. “Anlamam ki ben! Flört falan bilmiyorum, kimseyle öyle şeyler yapmadım.”

Hazer başımın üzerinde derin bir iç çekti. “Benimle yapabilirsin, hem de her zaman. Yap bence.”

Bakışlarımı hemen önüme indirdim, biraz utanmıştım galiba. “Sen de benimle mi flört edeceksin?”

Hazer boğazından garip bir ses çıkardı, gülümsemiş olabilirdi. “Çok şapşalsın.”

Daha fazla şapşallık yapmamak için elimi yanıma indirip ondan geriye bir adım attım. Aynı esnada, “O da ne?” dediğini duydum Hazer’in. Neyi kastettiğini anlamak için yüzüne baktığımda, onun doğrudan ağzıma baktığını fark ederek baştan aşağıya ürperdim. “Bir şey sürmüşsün,” diye devam etti, aynı şaşkınlıkla.

Parmak uçlarım refleks haliyle beraber dudaklarıma yaslandığında, Hazer’in bakışları biraz daha kısıldı ve sanki gözlerinde, içeriye doğru açılan derin kuyular oluştu. Gözlerinin rengi daha koyuydu. “Biraz ruj,” diyebildim nefes nefese. “Dudaklarım çok soluk duruyordu da...”

Hazer’in bakışları ayrılsa belki nefes alabilecektim ama o kadar dikkatli bakıyordu ki başımda bir ateş hissediyordum.

“Senin dudakların pek soluk değil aslında...”

Bakışlarım bir an için onun yüzünün aşağısına, dudaklarına düştü ve biçimli dudaklarını ısırıyor olduğunu görerek hızla önüme döndüm. Ondan bakışlarımı çektiğimde, iştahlı bir yemeği önümden itmiş gibi hissediyordum. Parmaklarımı aceleyle dudağımdan indirdim ve uçlarına bulaşan ruja bakarken, “Yarın sürmem o zaman,” dedim ve içeriden çantamı almak için ondan uzaklaştım.

“Ama ben yarın da seni öp...” Eğer o an Hazer’le göz göze gelmeseydik o cümleyi belki bitirebilirdi ama göz göze geldiğimiz için dudaklarını birbirine bastırarak sustu ve kızarık yanaklarıyla önüne döndü.

Oturma odasına geçerek hazırladığım çantayı son kez kontrol ettim. Hazer’in bana verdiği atkıyı boynuma doladım. Anahtarı kapının üzerinden alırken Hazer’in az ileride, sırtı dönük vaziyette durduğunu gördüm. Kapıdan çıktım ve kilitleyip anahtarı cebime attım.

“Çantayı bana ver.”

Araba buradaydı, çantamı taşıyabilirdim ama bunun için onunla çatışmayacaktım. Hazer bahçe boyu yürürken ben tedirginlikle onu takip ettim. Kerem’in bizimle gelip gelmeyeceğini merak ediyordum ama Hazer arabanın kapısını açtığında sadece ikimizin olacağını anladım. Çantamı arabanın arka koltuğuna yerleştirip kapıyı kapatırken bir an bana baktı.

“Ön koltuğa oturacaksın değil mi? Ben şimdi sürekli sana bakmak istersem yani... arkama dönmek zorunda kalıp arabayı çarparım falan.”

“Öne bineceğim,” diyerek heyecanla ön koltuğa yerleştim.

“İki gün boyunca dönmeyeceğimizi biliyorsun değil mi Safir?” diye sorana kadar alık alık onun yüzüne bakıyordum ama bu soruyu sorduğunda irkilerek başımı salladım. “Biliyorum,” dedim. “Ama anlamadım, sen normalde hafta sonu da şirkete giderdin?”

“Ben patronum, kendime istediğimde izin verebiliyorum.”

Onaylayan bir mırıltı çıkardıktan sonra, “Buradaki izin çiftlik mi oluyor?” diye sordum.

“Hayır, sen.”

Karnımdaki o bildik ağrı sivrileşti. Düşünce akını zihnimin içinden gürültülü bir nehir gibi akıyor olmasına rağmen boğazım çöl misali susuz kalmıştı.

“Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını yukarı çıkar, rahat et tamam mı?”

Saçlarımı kaşıyarak ayaklarıma baktım ve ayakkabılarımın bağcıklarını çözdüm. Çıkarıp kenara bıraktıktan sonra ayaklarımı koltuğa çıkardım ve kalçamın altına yerleştirerek sırtımı tamamen arkama yasladım.

Hazer Han direksiyonu sağa kırarak caddeye çıktığında buğulanan camı silerek etrafa baktım. Sokaklar kalabalık değildi, esnaf dükkânlarını henüz açıyor, insanlar işine yürüyordu. “Çiftliğin nerede?” diye sordum.

“Şehir dışında,” diye cevap verdikten sonra dirseğini kapının kenarına yaslayarak parmaklarını şakağına dayadı. “Ben hızın delisiyim, normalde bir buçuk saatte oraya varırım ama bence sen hızdan korkuyorsun, o yüzden yavaş gideceğim.”

Ben hızlı olan her şeyden korkardım, hızla başlayan her şeyin ölümü erken olurdu. “Başka neleri çok seversin? Yani hızı seviyorsun, onun kadar sevdiğin başka şeyler var mı?”

Çekingence sorduğum soruyla beraber omzunun üzerinden bana döndü ve amber gözleriyle kavuştuğumuzda, onun yelkenli gemisine çıkmam için bana elini uzattığını hissettim.

“Severim,” dedi tek düze bir sesle. “Bazı şeyleri çok severim. Ben bir şeyi sevmeye göreyim... Büyük severim, gözüm hiçbir şeyi görmez, tutkulu davranırım, cesur olurum. Ben bir şeyi sevmeye göreyim Safir... belası olurum onun.”

Kendimi bir suyun altında boğuluyormuş gibi hissettim. “Torpidodan gözlüğümü verir misin?” diye mırıldandığını duyduğumdaysa irkilerek sakince başımı salladım. Deli miydim neydim, hoşuma gitmişti benden böyle bir şey istemesi. Torpidoyu açtım ve gözlüğü alacaktım ki bir anda elimin içine düşen ambalajlı çikolatayı görerek duraksadım. Sütlü bir çikolataydı ve burada ne işi olduğunu anla... Ah Tanrım!

Bana almıştı.

Torpidoyu yavaşça kapattım ve avucumdaki çikolataya bakarken dudaklarımı ısırdım. “Gracias,” diye fısıldayıp kıkırdadım. “Bu sefer sen seviyorsun diye İspanyolca konuştum.”

Yanağımdaki perçemleri alıp kulağımın arkasına sıkıştırırken Hazer’in delici bakışlarını suratımda hissettim ama çok heyecanlandığım için dönüp bakamadım. “Al işte,” dedi. “Benimle flört ettin.”

Ben ne yaptığımı bilmiyordum, onunla konuşurken ne dediğimi de. Beni korkutmadığı için onunla rahat konuşabiliyordum, bir kere sustursa daha konuşamazdım. Bir kere sus dese, daha ağzımı açamazdım.

Ne olur, bana hiç sus deme.

“Safir, eğer fazla ileriye gidiyorsam... beni durdurabilirsin.” Hazer’in gözleri hâlâ üzerimdeydi ve bakışları o kadar fazla şey söylüyordu ki... “Durdur bence, yoksa ben fena şeyler yapabilirim.”

“İleriye giderken bana geliyorsun değil mi?” diye sordum. “Bana geliyorsan durma.”

Parmağımı dişlerimin arasına kıstırarak gülümsedim. Kızaran yüzümü görmemesi için saçlarımı önüme aldım. Hazer genzini temizledi, birkaç kez öksürerek önüne döndü ve beni çikolatamla bıraktı. 

Araba bana yabancı yollardan ilerliyordu. Yabancı olan her şey beni ürkütürdü ama bu arabada, bu koltukta sadece sıcacık hislerim vardı. Yanağım camdaydı ama arabayı sakin kullandığı için başım çarpıp acımıyordu. Bir süre çikolatayı elimde tuttum ama erimesinden endişe ettiğim için ambalajı yırtarak çikolatayı açtım. Başımı ondan tarafa çevirerek kirpiklerimin altından çehresini süzdüğümde, hiç gecikmeden bakışlarını bana çevirdi. “Yemek ister misin?”

“Bir parça kırabilirsin.”

Çikolatanın bir kısmını kırarak ona uzattım. Direksiyonu çevirdi, elini uzattı ve çikolatadan iri bir ısırık aldı. Onu izlerken ben de elimdeki çikolatayı ufak ufak kemirmeye başladım.

“Bir yerde ıslak mendil olacaktı...” Hazer mırıldanarak torpidoyu açarken gözleriyle de ön camı gözetiyordu. Islak mendili çıkardı ve kucağıma fırlattı.

“Çıkarsana bir tane.”

Çikolatayı dizime koyduktan sonra paketten bir ıslak mendil çıkardım. Hazer trafiği kontrol ederek yolu gözetlerken dizinin üzerinde duran eline baktım. Bunu yaparken göz göze gelecek kadar cesur olamadığım için avucuna baktım ve parmaklarının ucundan tuttuğumda, Hazer’in bana döndüğünü hissettim. Sanki denizi yarmış, içinden yürüyerek geçiyordum. Kalbim coşkuyla atarken, parmaklarım avuç içine doğru ilerledi ve ellerimiz birbirinin ısısını paylaşırken, Hazer sertçe yutkundu. Islak mendille parmak uçlarını yavaşça temizledim. Parmakları çok güzeldi. “Elin,” diye fısıldadı Hazer. Parmaklarının titrediğine yemin edebilirdim. “Keşke hep elimde kalsa.”

Ben bu denizi yarmış, içinde kalmıştım ama burada nasıl yaşayacaktım? Yaşamayı öğrenebilir miydim? “Ya sıkılırsan? Eğer sıkılırsan üzülürüm ben.”

“Sıkılmam,” diye karşı çıktı Hazer, hızla. “Vallahi bak, hiç sıkılmam Safir.”

Başımı hızlıca salladım. Aslında elini temizlemiştim, parmaklarımı çekebilirdim ama orada öylece duruyordu. Ellerimiz birkaç kez kazayla birbirine dokunmuştu ama ilk kez birbirimizin isteğiyle temas halindeydi. Diyecek bir şey bulamayarak, “Biraz da tombul parmaklarım,” dedim.

“Eğer yeryüzündeki bütün elleri bir masanın üzerine koysalar...” dedi ve bu cümle kafamın içinde ikinci kez, onun sesiyle kendini tekrarladı. Sahafa geldiği ilk gün, arkamdan yaklaşıp bana kitaptaki bu cümleyi kurmuştu. “... ellerini bulabilirdim onların içinden.”

Bulur muydu sahiden? Herkesin içinden ayırt edebilir miydi benim ellerimi? Ya ben bulabilir miydim onun ellerini? “Tombul oldukları için mi?”

Hazer Han homurdandı, bunu hep yapardı. “Hayır,” dedi genzini temizleyip sesini toparladıktan sonra. “Ellerini, tüm ayrıntılarıyla ezberlediğim için... Nasıl oldu anlamadım ama şimdi gözüm kapalı bile çizebilirim senin parmaklarını sanki. Yani... çizmedim tabii ki, hiç çizmedim, gerçekten...”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Parmaklarımı çekeyim mi?”

“Yok yok.” Parmak uçlarımız birbirine yaslıydı ve minik minik dokunuşlar bırakıyordu. “Ben hiç dokunmam, elimi bile kıpırdatmam, kalsın parmakların...”

Bien.”[1] 

Bir tutam saçımla oynarken hafifçe tebessüm ederek ellerimize baktım. Elim ilk kez isteyerek bir erkeğin eline dokunuyordu. Onunla ilk kez el sıkıştığımızda o eli zorla tutmuştum, hatta sonrasında elimi yıkamıştım ve bunu düşününce her nedense utanıyordum. Hazer’in eli kirli değildi, çirkin değildi, aksine çok güzeldi.

“Tanrı güzel şeyler yaratıyor,” dediğimde Hazer anlamayarak sordu. “Hı?”

“Hiiiç,” dedim... Ama Hazer, sen nasıl bir hiç olabilirsin ki?

Elimin terlediğini fark ettim ve artık elimi ondan uzaklaştırmam gerektiğini anladım. Parmak uçlarımı yavaşça uzaklaştırdığımda Hazer’in eli, elimi tutacak gibi oldu ama tutmadı. Eskiden bu eli yıkardım, şimdi dokunuşunun emarelerini izliyordum.

Sessizlik arabanın içine hâkim olduğunda başımı koltuğun arkasına yaslayarak kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturdum. Gözlerimi yumdum. Gece pek uyuyamadığım için uykuluydum. Huzursuz olduğum için uyumak istiyordum. Leo aklımdan çıkmıyordu, düşündükçe kafam bir mengenenin içine sıkışıyor ve zihnim acı çekiyordu. Ne yapacaktım, onu nasıl kurtaracaktım? Ben henüz kendimi bile kurtaramamışken...

Gözlerim iyice kapandığında oturduğum koltukta büzüldüm ve uykuya karşı koyamadım. Araba sakince ilerlediği için bir müddet uyuduğumu anımsıyordum ama gözlerimi açtığımda arabanın durduğunu, benzinlikte olduğumuzu gördüm.

“Hazer?” diye fısıldadım, burada olduğundan emin olmak için.

“Buradayım balerinim.”

Kasılan vücudumu serbest bıraktım. “Sen buradaysan tamam o zaman...”

Tekrar uykuya dalmadan önce hissettiğim son şey saçlarımı okşayan eldi.

Ne zaman uyuduğumu tam olarak hatırlamıyordum ama arabanın sarsılmasıyla uyandım. Gözlerimi açtığımda gördüğüm şey, gökyüzüne doğru uzanan kalın gövdeli ağaçlar ve yaprakları oldu. Ormanlık, sık ağaçların olduğu, toprak bir zeminin üzerinde ilerliyorduk ve araba bu yüzden sarsılıyordu.

Hazer bana göz atıp arabayı yavaşlattığında, gürültülü sesin ilerimizdeki kapıdan geldiğini anladım. Çiftliğin siyah, demir kapısı kenara kayarak açılmıştı. Hazer tozu dumana katarak kapıdan içeriye girdi ve kocaman çiftlik gözlerime serildi.

Önümde büyük bir taş ev vardı. Tarihin içinden çıkıp gelmiş bir masal köşkünü anımsatıyordu. Tarihi şeylere, güzel yapılara, içinde sanatı barındıran her şeye bayılıyordum. Tanrı, bazı insanlara iki gözden fazlasını vermişti, var olanın arkasındaki incelikleri görebilmek için. Bakışlarım ilgiyle geniş arazi üzerinde dolaştı. Çiftliğin diğer kısmındaki atları görebiliyordum. Etrafında çit çekilmiş bir alanın içindeydi ve bir tanesi özgürce arazide oradan oraya savruluyordu.

Hazer kapıyı açtığında doğruldum ve onun ardından dışarıya çıktım. Han arabanın arka kapısından çantamı aldığında minnet dolu bakışlarla ve biraz da utanarak ona baktım. Hazer bunun karşılığında bana göz kırptı.

Alt dudağımı ısırarak önüme döndüm ve montuma sarınarak çiftliğe doğru ilerledim. Ayağımın altındaki toprak taşlıydı ve yürürken zorluk çıkarabiliyordu. Hazer arabasının kapılarını kilitledi ve bedenlerimiz tuhaf şekilde birbirine doğru çekilince yan yana yürümeye başladık. Sanki bir şey bizi kuvvetle birbirimize itmişti.

“Sen de fark ettin mi?” diye şaşkınca sorduğunda onun da aynı şeyleri hissettiğini anlayarak heyecanla kafamı salladım.

Biz eve doğru ilerlerken ileride bulunan seyisin bize dönerek Hazer’e el salladığını gördüm. Hazer elini göğsüne koyarak selamı aldığında adamın bakışları bir an bana kaydı. Aramızdaki mesafeye rağmen herhangi birinin beni incelemesinden rahatsız olarak bakışlarımı kaçırdığımda, Hazer’in şüpheyle kısılan gözlerini gördüm.

Bazen... Anladığını düşünüyordum.

Kapının önüne geldiğimizde durduk. Hazer çantalarımızı ellerinde tutuyordu. Bana doğru dönerek omzunu kapının kenarına yaslarken çenesiyle ceketinin cebini gösterdi. “Anahtarı alıp açar mısın?”

“Ben mi açayım istiyorsun?”

“Çok yaklaşıp beni heyecanlandırma da,” diye ağzının içinde homurdandıktan sonra kafasını salladı.

Parmaklarımı çekingen şekilde deri ceketinin cebine uzattım. Birkaç şeyin içinde anahtarı aradım ve bulduğumda elimi aceleyle çıkardım. Hazer şuursuzca beni izlerken kapıya döndüm ve anahtarı kilide yerleştirdim. Hazer başımın üzerinden fısıldadı.

“Kendi evinin kapısı gibi açabilirsin…”

Kilidi iki kez çevirdikten sonra kapı aralandı. İçeri ilk giren ben oldum. Hazer de kapıyı arkamızdan kapatıp da eve girdiğinde ellerimi önümde bağladım. İlgiyle etrafı izledim. Köşedeki portmanto dikkatimi çekti. Ayakkabılarımı çıkarmak için eğildim, Hazer de çantaları girişe bırakıp benim gibi eğildi ve ayakkabılarını çıkardı.

“İçeri girip etrafı gezebilir miyim?” diye sordum inceliği elden bırakmadan.

“Yok, seni portmantonun yanında dur diye getirdim buraya...”

“Ne kadar da küstah bir beyefendisin.”

Hazer bir an kaşlarını çattı ve kırpıştırdığım gözlerime bakarken gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı.

Kısa holü geçip salona girdiğimde ilgiyle etrafı izledim. Etraf duvar ve camlarla çevriliydi, yerden tavana uzanan büyük camlar güneşin evin içerisine serbestçe girmesine sebep olmuştu. Bakışlarım etraftaki mobilyalara çevrildi. Üstün zevk sahibi birinin burayı döşediği çok belliydi. Yuvarlak orta sehpa ve yanlış görmüyorsam sehpanın üzerinde küçük balık akvaryumu vardı. Hayret ve hayranlıkla balıklara baktım, bu evle düzenli olarak ilgilenip onları besleyen birisi olmalıydı.

Hemen arkamda durduğunu hissettiğimde nefesimi tuttum. Gözlerimi kapatmamak için konuşma ihtiyacı hissettim. “Şömine gördüm, senin için bir sakıncası yoksa yakabilir miyiz?”

Hazer boğuk bir sesle konuştu. “Yanıyoruz ya...”

Konuşursam heyecandan kesin kekeler veya pervasız bir şey derdim. Ben koltuğa otururken, “Biraz odun kırmak lazım,” dedi Hazer, sessizce. “Üşüdün, ben odunları kırarken yukarıya çıkıp sıcak bir duş alabilirsin.”

En az bir saat geri dönmeyecekti. Sırf duş almam, giyinmem, evin içinde rahat edebilmem için... Böyle olacağını biliyordum, benim için birinin böyle ince düşünmesine duygulanarak başımı omzumun üzerinden ona çevirdim.

“Kalbimi ısıtıyorsun,” deyiverdim aniden. Bunu hiç hesaplamadan söylemiştim ama Hazer’in gözlerinden bir şeyler koptuğunu görürken devam ettim. “N’olur, sonra soğutma.”

Bir şeyler diyebilirdi ama demedi. “Balıkların çok güzel,” dedim sırf ona konuşma fırsatı vermek için.

“Hayvanlarla aram iyidir,” diye mırıldandıktan sonra karşıma oturdu, uzanıp büyük elleriyle akvaryumu kavradı. Hazer’in elleri gerçekten büyüktü, acılarım içine sığar mıydı? “Ama yem vermeyi unutup öldürürüm diye korktuğumdan onları burada bırakıyorum, seyis bakıyor.”

Hazer uzun saatler çalışan, oldukça meşgul birisiydi. Papağını zaten vardı, bir de başka hayvana bakacak vakti yoktu elbette. Balıklarını düşünüyor olması da hoşuma gitmişti. “No matas a nadie.”

“Hı?

“Hiç canım...”

Hazer’in bakışları bir anda değişmeye başladığında ona kurduğum kelimeyle sertçe yüzleştim ve anında ısınmaya başlayarak aceleyle durumu toparlamaya çalıştım.

“Ben... Bir anda oldu, bazen kullanıyorum da, yanlışlıkla deyiverdim...”

“Bilerek de öyle diyebilirsin, yani ben canımdan cicimden pek hoşlanmam ama sen diyebilirsin. Tabii istersen...”

Böyle tuhaf anlarda bir süre susuyor, birbirimize izin veriyorduk. Bazen birbirimizi susturuyorduk ama bu tamamen o duygudan oluyordu. Duygu... Hazer’e duyulan duygular...

“Mila, yanıma gel.”

Hazer’i duyduğumda başımı kaldırdım. Akvaryumun üzerinden beni gözlüyordu. Koltuktan kalkarak çekingen şekilde oturduğu koltuğun kenarına yerleştim ve elindeki akvaryuma baktım. Hazer aramıza bıraktığım mesafeyi kapatarak bana yaklaştığında, bunu tereddütle yapmıştı. Bir şey dememden endişe duymuş olmalıydı. Bir şey demezdim ki ona.

“Şuradaki balığa baksana,” diyerek fısıldadığında, bakışlarımı ilgiyle akvaryuma çevirdim. Gösterdiği yere baktığımda, mavi balığın diğer kırmızı balığı sıkıştırmaya çalıştığını gördüm. Hafifçe tebessüm ettiğimde, “Şu mavi balık benim,” diye fısıldadı Hazer, esrarengiz bir sesle. Mavi balık kırmızı balığı sıkıştırmıştı. “Kırmızı balık da sensin...”

“Han...” diyerek ona doğru döndüğümde o da bana dönmüş, yüzlerimiz arasında beklenmedik bir yakınlık meydana gelmişti. Bunu fark eder etmez dudaklarım kapandı ve gözlerim kocaman oldu. Tanrım! Hazer’in yüzüne bu kadar yakından bakmak... Ruhumun mutluluk eşiği onun gözlerini gördükçe yükseliyordu. Nefesi rüzgâr kadar hızla yüzümde dağılırken, Hazer hiç ummadığım bir şey yaptı. Tedirginlikle yüzünü yüzüme biraz daha yaklaştırdı ve alnını yumuşak bir şekilde alnıma yaslayarak gözlerini yumdu. Nemli alnını alnımda hissettiğimde gözlerim kendiliğinden kapandı ve parmaklarım dizine yerleşti. Varla yok arası bir temastı, ufacıktı, biliyorum üç saniyeden fazla sürmeyecekti ama... Ben o an dünyanın başka hiçbir yerinde olmak istemiyordum. Eğer ki zaman satın alınabilseydi, işte ben bu üç saniyesini alırdım. Ama zaman satın alınamaz... Zaten bu âna paha biçilemezdi...

Kaçamadığın hayaleti öldürürsün.

Elimi alnıma koyduğumda hâlâ o sıcaklığı hissedebiliyordum. Biliyorum, delilik ama sanki alnı hâlâ alnımdaydı. Ufacık bir dokunuşun nasıl bu kadar çok hissedilebilir olduğunu kalbimle bile tartışamıyorken, beynime nasıl izah edebilirdim? Tanrım, güzel şeyler hep böyle açıklanamaz mı olur?

O andan sonra Hazer’i koltukta bırakıp kaçar gibi yukarıya çıkmış, kendimi misafir odasına atmıştım. O dakikadan sonra hiç aşağıya inmemiştim. Misafir odası olduğunu düşündüğüm odada, siyah çarşaflı yatağın üzerine kıvrılmış ve gözlerimi kapatarak uyuyakalmıştım. Uyandığımdaysa güneş ufukta alçalıyordu. Hazer beni hiç rahatsız etmemiş, bana seslenmemişti. Bir süre odada dolanıp dışarıyı, atların koşuşturmasını izledikten sonra odadan çıkmış, banyoya girmiştim.

Hazer’in evin içinde olup olmadığını bile bilmeden banyo yapmıştım.

Ama nasıl bir histir bilinmez, hiç korkmadım.

Küçük el havlusuyla saçlarımı kurulamaya devam ederken, güneşin tamamen batmasını ve karanlığın çoğalmasını izledim. Artık aşağıya inmem gerekiyordu, misafir olarak geldiğim bir evde bu kadar uzun süre ortalıkta olmamam pek doğru değildi. Beyaz pantolonumun üstüne yanıma aldığım kırmızı kazağımı giymiştim. Hazer’in karşısında defalarca kez aynı kıyafetleri giyiyordum, ne yapayım az kıyafetim vardı.

Aşağıdan televizyonun sesi geliyordu, demek ki uyanıktı. Çıplak ayaklarımla merdivenleri inerek son basamakta durdum ve Hazer Han’a baktım. Büyük ekranlı televizyonun karşısında, bir kolunu başının arkasına koymuş uzanıyordu. Beni fark edip fark etmediğini bilmiyordum ama dikkatle televizyona bakıyordu. Gerginlik vücudumu sararken birkaç adım daha atarak koltuklara ulaştım. Kendimi karşısındaki koltuğa bıraktığımda Hazer’in baygın gözleri bana döndü.

Elinde bir kadeh vardı.

Yaktığı şömineden hafif çıtırtı sesleri geliyordu. Bakışları yüzümün hatları boyunca inerken, “Üstünü değiştirmişsin,” diye fısıldadı. O böyle söyleyince benimle alakalı şeyleri çok çabuk fark ettiğini düşündüm. “Saçların ıslak...” Biraz daha doğruldu. “Ayakların da çıplak.”

“Banyonu kullandım.”

“Anlıyorum,” dedikten sonra bir anda yerinden doğrulduğunda hızlı hareketiyle irkildim ama Hazer çoktan koltuktan kalkmıştı. Elindeki kadehi masanın kenarına bıraktı ve merdivenlere doğru yürüdü. Arkasından bakmaktan başka bir şey yapamayarak omuzlarımı düşürdüm. Nereye gidiyordu? Ben onu göreyim diye inmiştim halbuki.

Önüme döndüm. Televizyon ekranında daha önce görmediğim bir film oynuyordu. Kıyafetlerden anlaşıldığı kadarıyla tarihi bir yapımdı. Bir iki dakika kadar ilgiyle altyazılı ekranı takip ettim ama Hazer’in indiğini anladığımda heyecanlandım. Hazer’in gölgesini takiben vücudu da göründü ve az sonra tam karşımda durduğunda bana doğru eğildi. Elindekileri koltuğun üzerine bıraktı. Benim için çorap, tarak ve saç kurutma makinesi getirmişti.

Gracias,” dedim o doğrulup tekrardan uzaklaşmaya başladığında. “Çok naziksin.”

“Çorapları giy.”

“Despotluk,” diye mırıldanarak yanıma bıraktığı çoraba uzandım ve siyah, uzun çoraplara şaşkınca baktım. Temiz olduğundan şüphe duymayarak çorapları giydim. Ardından tarağa uzanarak saçlarımı taramaya başladım.

“Ya alışırsam?” dediğini duydum Hazer’in, neredeyse fısıldayan bir sesle. Saçlarımı tarayan elimi ve saçlarımı izliyordu. “Alışılmayacak gibi değil çünkü...”

Onu ve düşüncelerini rahatsız etmeden sükûnetimi koruduğumda Hazer gözlerini yumdu ve kafasını arkaya yatırarak içkisini yudumlamaya devam etti. Alnı, düşünceleriyle çatışma halindeymiş gibi kırışmıştı. Saçlarımı tamamen taradıktan sonra tarağı kenara bıraktım ve saçlarımı üç eşit parçaya böldüm. Saçlarımı örmeye başlayacak oldum ki “Safir,” diye seslendi Hazer. Eliyle oturduğu koltuğun kenarına dokundu. “Buraya gelsene.”

O, bu denizin altını üstüne getiren o geminin kaptanıydı ama nedense denizin ondan hiçbir şikâyeti yoktu. “Neden?”

“Saçlarını nasıl ördüğünü izlemek istiyorum.”

“Neden?”

Aramızdaki hava sırtımda ağırlaşırken, “Çünkü nasıl örüldüğünü öğrenmek istiyorum,” dedi. “İleride nasıl öreceğimi bilmek için...”

Şarabı içen o, sarhoş olan neden benim?

“Öyleyse sen gel.”

Hazer tek kaşını kaldırdı. Oyalanmadan oturduğu koltuktan kalkarak tekinsiz adımlarla yanıma yürüdü. Hiçbir mesafe bırakmadan yanıma oturduğunda koltukta ona doğru döndüm ve yüz yüze geldik. O kadehini kaldırıp bir daha dudaklarının arasına yasladığında üç eşit parçaya ayırdığım saçlarımı örmeye başladım. “İşte böyle oluyor,” diyerek saçlarımı önüme aldım ve daha iyi görebilmesini sağladım. “Aslında basit olduğunu düşünüyorum, birkaç kere denersen öğrenebilirsin.”

Gözleri, bütün ormanı ateşe veriyordu ama asıl yakmak istediği kuş yukarıda, yanan ormanı izliyordu. “Daha fazla içmesem iyi olacak,” diye mırıldandı ve uzanıp kadehi masaya bıraktıktan sonra kaçamak şekilde saçlarıma baktı. “Çok hoş.”

Dudaklarım kıvrıldı. “Saçlarım mı?”

“Her yerin.”

Ağzımın içi kurudu ama cesaretle ona bakmaya devam ettim. “Teşekkür ederim.”

Hazer güler gibi bir ses çıkardı ama bir şey demedi. Saçlarımı tamamen ördüğümde bileğimdeki lastikle bağladım ve sırtıma atarak önümdeki perçemleri düzelttim. Ellerimi bir süre nereye koyacağımı bilemeyip sonrasında koltuğun kenarıyla oynamaya başladığımda, bakışlarım Hazer’in bileğine rastladı. Siyah ve beyaz bileklikler oradaydı. “Bilekliklerin çok hoş, kim aldı?”

Hazer bileğine baktıktan sonra gözlerini bana çevirerek yüzümdeki yaramaz ifadeyi izledi. “Bir kız aldı,” diye mırıldanarak başlattığım oyunu devam ettirdi. Uzandı, saçıma dokundu ve perçemlerimi kulağımın arkasına koydu. İki saniye sürdü. “Ama nasıl bir kız var ya...”

“Nasıl bir kız?”

“Hayal gücünü kaybetmiş birine sınırsız hayal gücü açan birisi... Tek bakışı bile ellerimi çalıştırıyor, o bakıştaki anlamlarla bile onlarca farklı şey çizip yazabilir, onlarca heykel dikebilirim...”

“Be... benden ilham mı alıyorsun?”

“Bakışlarının inceliğinden bile...”

Bana kimse böyle cümleler kurmamıştı, zaten bu kelimeleri ondan başkasından da duyacağımı sanmıyordum. Benden ilham aldığını söylemişti, ince bir hareketimden, farkında olmaksızın yaptığım şeylerden bile...

Ona ilham veriyordum.

Alt dudağımı sertçe ısırarak ekrana döndüm ve ona bakmamak için tüm ilgimi televizyona verdim. Hazer bakışlarımı takip ederek ekrana baktıktan sonra tekrar bana dönerek, “Dizi ilgini çekti mi?” diye sordu. “Bu dördüncü bölümü ama istersen sana ilk bölümünü açabilirim?”

“Ama dört bölümü tekrar izlerken sıkılmaz mısın?”

“Tekrar izlenmeye değer bir dizi.”

“O zaman ilk bölümü açar mısın?”

Hazer elini ensesine götürüp kaşırken hafifçe gülümsedi. “En sevdiğim diziyi beraber izleyeceğiz...”

Hazer dizinin ilk bölümünü açmak için yerinden doğrulduğunda zil çaldı. Şaşkınlıkla soluyarak Hazer’in yüzüne baktığımda, yüzünü buruşturarak kapıya baktı. “Seyis herhalde...”

Kapıyı açmaya gittiğinde ben bakışlarımı yanan şömineye çevirdim. Ateşin sesini dinlerken kapının açıldığını duydum, ardından tanıdık bir erkek sesi işiterek kalktım, yürüdüm. Kapının önünde duran Hazer’in bedeni nedeniyle kimin geldiğini göremedim. Biraz daha yaklaşıp parmak uçlarımda yükseldiğimde Behram, Gazel ve Muazzez’in bakışları beni buldu.

Ben şaşkındım, onlarsa benden de şaşkın. Zihnim karşımdaki görüntüye bir açıklama getirmeye çalışırken, bakışlarım Gazel’le buluştu. Yüzünde hem rahatlamış hem de şaşırmış ifade vardı. Behram Hazer’e kaş göz yaparken gözlerim bir de Muazzez’le kesişti ve onun bakışlarında hepimizinkinden farklı bir ifade buldum.

“Şükürler olsun,” diyen Gazel’in sesini duydum. Eşikten içeriye girdi ve bana sarıldı. “Seni o kadar merak ettim ki...”

“Kardeşim... Sen çiftliğe gideceğim deyince ben de bir temiz hava alayım diye buraya gelecektim, misafirin olduğunu bilmiyordum. Gazel de beni aradı... Safir’e ulaşamıyorum, Hazer’le olabilir mi diye sordu. Ben onu da getirdim, çok endişelenmişti de...” dedi Behram.

Gazel’e Hazer’le olacağımdan bahsetmemiştim ama bu kadar merak edeceğini de düşünememiştim. Hazer kapıyı tamamen açarak onları içeriye buyur ederken ben de Gazel’in kollarından sıyrıldım. “Seni defalarca aradım,” dedi göz göze geldiğimizde. “Açmadın, çok endişe ettim Safir. Seni burada bulamasam ne yapardım bilemiyorum...”

“Ama buradayım,” dedikten sonra endişelerini yatıştırmak isteyerek gülümsedim. “Telefonumun şarjı bitmiş olmalı, üzgünüm.”

Derin bir iç çekerek ellerimi sıktı. “Tamam, shipimi yan yana bulduğum için çok kızmıyorum...”

Ona kızgın bir bakış atarak başımı çevirdim. Behram ve Muazzez üstlerindeki kabanları çıkarıyordu. Hazer dik dik Behram’a bakıyordu.

“Temiz hava niye alıyorsun kardeşim, alma ya...”

Behram garip garip ona baktı. “Hep sen çağırmaz mıydın beni buraya?”

“Gelecek zamanı buldun değil mi?”

Muazzez alınmış olmalı ki, atkısını portmantoya asarken mırıldandı. “Keşke gelmeden önce arasaydık abi.”

Hazer bakışlarını Muazzez’e çevirdi. “Abine takılıyorum Muazzez.”

Muazzez sükûtla başını salladı ve gülümseyerek elindeki poşeti Hazer’e uzattı. Hazer poşeti onun elinden alırken, “Bu ne?” diye sordu. Muazzez şalını düzeltirken bakışlarını kaçırdı. “Kestane aldık, yeriz diye.”

“Yeriz.”

Kaşlarımın çatık olduğunu fark ettiğimde ellerimi iki yanıma indirdim ve bakışlarımı onlardan çektim. Behram ve Gazel içeri girmişti, ne zaman girdiklerini bile anlamamıştım. Gözlerimi o tarafa çevirmeden sırtımı döndüm. Sakince salona yürüyüp az önce kalktığım koltuğa tekrar oturdum. Gazel ve Behram karşılıklı koltuklarda oturuyor, ikisi de etrafı süzüyordu.

Gazel’le göz göze geldiğimizde bana imalı imalı gülerek üzerindeki siyah montunu ve beresini çıkararak kenara koydu. Bu sırada Hazer’le Muazzez’in de içeri girdiğini görerek yana kaydım ve yanımda oturması için Hazer’e yer açtım. Muazzez abisinin yanına oturduğunda Behram dönerek ona kısa bir bakış attı. Muazzez bunun üzerine abisine gülümsedi. Behram, sehpadaki alkol kadehini gördüğünde yargılayıcı bir şekilde cık cık sesi çıkardı. Muazzez, ben ve Gazel gülmemek için kendimizi tutarken Hazer pis pis güldü.

“Alsana bir yudum kardeşim?”

Behram homurdandı. “İmama dediği şeye bak...”

Gazel kıkırdadığında Behram bir an ona baktı fakat bu saniyelik bir bakıştı. Ben ve Muazzez onlara fark ettirmeden gülerken Hazer sırıtmaya devam ederek bana döndü. Eğlendiğimi görerek bana göz kırptı.

“Tamam, ne içersiniz?”

Hazer soruyu sorarak doğrulduğunda Behram omuzlarını silkti.

“Sıcak herhangi bir şey kâfi olur.”

“Kâfi diyor ya, cool herif...”

Hazer Gazel’e döndüğünde Gazel hâlâ söylediği yalanın utancını yaşadığı için Hazer’e bakamadan cevap verdi sorusuna. “Ben de Behram ne alırsa... Yani sıcak herhangi bir şey...”

“Ağzınız yansın da geldiğinize pişman olun,” diye söylenerek Muazzez’e döndü. “Sen ne içersin Muazzez?”

Muazzez koltuktan doğruldu. “Ben de geleyim, sana yardımcı olurum.”

Hazer başını sallayarak mutfağa ilerlemeden önce bana doğru döndüğünde karmaşık duygularımda ona duyduğum kalp çarpıntısı baskın geldi. Hazer ensesini kaşıyarak mutfağın yolunu tuttuğunda Muazzez de onun arkasından mutfağa gitti. Başımı omzumun üzerinden çevirip bir süre arkalarından baktım.

“Safir?”

Dalgınca Gazel’e döndüm. “Si?

“Sen de gitsene,” dedi ve bana mutfağı gösterdi. “Hem Hazer sana ne içeceğini sormadı, git de ne içeceğini söyle.”

Alt dudağımı ısırdım ve Behram’a bir göz attım. Kolunu başının arkasına koymuş, şömineyi izliyordu. Rahatsız olmasından endişe duyarak bakışlarımı kaçırdım ve yerimden doğrularak mutfağın yolunu tuttum.

Gazel ile Behram’ı salonda baş başa bırakarak mutfağa yürüdüm. Mutfağın kapısında durduğumda adımlarımı onların sesini duyarak yavaşlattım. Kulak misafiri olduğum halde durup onları izlemem pek doğru bir hareket değildi ama...

“Safir ile... birlikte misiniz?”

Muazzez’in sorduğu soruyla beraber elim kapının üzerinde kaldı ve buradan bile Hazer’in gerildiğini anladım. Ruhum askıda kalmış gibi sersemledi. Han su ısıtıcısını fişe takarken duraksamıştı ama sırtı bana dönük olduğu için yüz ifadesini göremiyordum. “Bunu nereden çıkardın?” diye sordu.

“Sizi çok sık birlikte görüyoruz,” diye açıkladı Muazzez. Sesinde sabit bir sükûnet vardı. “Bunca yıldır arkadaşız, merak etmiş bulundum.”

Hazer su ısıtıcısının fişini takarak ellerini tezgâha dayadı ve kafasını kaldırıp tam karşısına baktı. Vücudumu ter basarken kapıyı yavaşça ittirdim ve Hazer konuşmadan önce içeriye girdim. Her ikisi de kafasını çevirip bana baktığında çok ayıp, utanç verici bir şey yaparak konuşulanları duymamış gibi yaptım.

“Ben de bir şeyler içmek istedim de...”

Hazer kalçasını tezgâha dayayarak kollarını göğsünün üzerinde kavuşturduğunda Muazzez tamamen önüne döndü ve yukarıdaki dolabı açarak bardakları indirdi. “Sana sormadım,” diye mırıldandı Hazer, başımın yanında. “Peşimden gel diye...”

“Hımm,” diyerek uzandım. Onun da benim de hiç ummadığım bir şey yaparak elimi dirseğine yerleştirdim. Parmaklarım dirseğini yumuşakça kavradığında Hazer’in bakışlarında beyaz bir bayrak sallandı. Sanki onun topraklarına girmiştim, daha ileriye gitmemem için ateşkes istiyordu. Sanki daha ileriye gitsem onu vuracaktım, vurabilirdim ya sanki... Kalçasını tezgâhtan kaldırdı ve elini bana uzatıyordu ki, bakışlarım Muazzez’e çevrildi. Yüzü durgundu ama göz göze geldiğimiz an bakışlarını kaçırarak aceleyle bardakları tepsiye dizdi. O an boğazımı boğucu, kötü bir his tırmalandı ve yaptığım şeyden duyduğum utançla beraber elimi Hazer’in dirseğinden çektim. Ondan geriye kaçarken, “Bunlar hep gri giydiğim için,” diye mırıldandığını duydum Han’ın.

Muazzez oradayken bile isteye, göreceğini bilerek bunu yapmıştım, çünkü içimdeki tuhaf hisse mâni olamamıştım. Onunla göz göze geldiğimde ise öyle kötü hissetmiştim ki tarif etmem imkânsız.

“Muazzez,” dedim ona doğru yürürken. “Yardım edeyim mi?”

Yüzündeki sakinliğe bir çiçek gibi kondurdu tebessümünü. “Elbette,” dedi nazikçe. “Bir kâseye şeker koyabilir misin?”

Etrafı gözetleyerek şeker aradığımda, “Burada,” dedi Hazer ve kolunu başımın üzerinden uzatarak üstteki dolabı açtı. “Ne içmek istersin?”

Nefesi, kelimelerle beraber saçlarımın arasından süzülerek kulağıma ulaştı. “Sıcak çikolata içmek isterim. Tabii, varsa.”

Hazer, “Tahmin etmiştim,” diye mırıldandı. Yanımdan uzaklaşıp buzdolabına doğru yürümeye başladı ve bir cam şişe içindeki sütle geri döndüğünde, Muazzez tepsiyi alarak mutfaktan çıktı. Arkasından bakarken boğazımda hâlâ bir yumru vardı ve hislerim karmakarışıktı.

“Onların geleceğini hiç düşünmemiştim.”

Hazer’in sıkıntılı sesini duyduğumda ellerimi tezgâha yaslayarak ürkek bakışlarımı ona çevirdim. Benim için gri bir bardakta sıcak çikolata hazırlıyordu.

“Sorun değil, onlar senin arkadaşların. Yani arkadaşların değil mi? Behram da Muazzez de arkadaşın? Sadece arkadaşın değil mi?”

“Yok.” Hazer’in dudağının kıvrıldığını gördüm. “Biz Behram’la düzenli olarak flörtleşiyoruz.”

Uzandım ve ani bir hareketle omzuna vurdum. “Dalga geçme rica ederim.”

Hazer sütün içine kattığı sıcak çikolatayı karıştırırken omzuna baktı ve tek kaşını kaldırdı. Hızla elimi geriye çektim ve kendime kızarak dudağımı daha sert ısırdım.

“Şiddetli biriyim diyorsun?” dedi Hazer, omzuna vurmama gönderme yaparak. Bakışları o kadar kısıldı ki, kendimi gözlerinin aralığında kalmış gibi hissettim.

“Tutkuların da şiddetli midir?”

Acılarım şiddetliydi, merhametim, iyiliğim, hırsım şiddetliydi ama tutkularım... Dans bir tutkuydu, bu konuda tutkumun şiddetli olduğunu söyleyebilirdim ama diğer konularda... Dilimin ucunda kelimelerimin ağırlığını hissederken faydasızca yutkundum. Hazer benim için hazırladığı sıcak çikolatadan bir yudum alarak anlamlı bakışlarla kupayı bana uzattığında kupayı almaktan başka bir şey yapamadım.

Bakışlarımı ürkekçe çekerek utancımı gizlemek için hemen çocuksu adımlarla mutfaktan koşarcasına çıktım.

Salondan içeriye girdiğimde Muazzez ile Behram’ın bir şeyler konuştuğunu, Gazel’in Behram’ı izlediğini gördüm. Şöminenin önüne geçerken gözlerimi Gazel’den almadım. Bazı şeyler için neyi beklediğini anlamıyordum. İtiraf etmesi gereken şeyler, yapması gereken vedalar vardı. Ya Behram’a böyle bakmaya veda edecekti ya da Galip’e.

Yerdeki kırmızı mindere bağdaş kurarak oturduğumda Hazer de mutfaktan çıktı. Koltuğa yürürken gözleri etrafı aradı ve sonra beni şöminenin önünde bulduğunda koltuğa ilerlemeye devam etti. “Annem o işte çok ısrarcı abi,” dediğini duydum Muazzez’in. Behram’dan bir of yakınması yükseldi. “Seni o kızla evlendirecek.”

Kaşlarım çatılırken onlara kulak verdim ve o esnada Gazel’in birkaç kere öksürdüğünü duydum. Behram uyarır tonda konuştu. “Kapat şu meseleyi Muazzez.”

“Ne?” Muazzez’in sesi biraz daha neşeli çıkıyordu. “Bu sefer kaçışın yok, annem seni evlendirmeyi kafaya koydu. Üstelik annem Esma’yı senin yanına çok yakıştırıyor, o da aynı senin gibi...”

“Esma mı?” Hazer’in mırıldanmasını duydum. “Hâlâ o kız mı?”

“Annem işte,” dedi Behram, pek konuşmak istemiyor gibiydi. “Bir meseleye taktı mı takıyor. Unutacaktır, benim ne istediğimi biliyor çünkü.”

“Niye?” Hazer’in sesi rahatsız edici derecede imalı ve kışkırtıcıydı. Kimi kışkırtıyordu? Gazel’i mi? “Esma tam senin istediğin gibi bir eş.”

Kaşlarımı biraz daha çatarak başımın üzerinden koltuklara döndüğüm esnada bir gürültü duyarak Gazel’e döndüm. Elindeki bardağı yere düşürmüş, hızla oturduğu yerden doğrulmuştu. Büyük bir endişeyle kalkarken Behram’ın da koltuktan fırlayarak Gazel’i nazikçe uzaklaştırdığını gördüm. “Sıçradı mı sana, kesildi mi bir yerin?”

Gazel kabahati için özürler dileyerek dizlerinin üzerine çöküp kırıkları toplamaya başladığında, “Ne yapıyorsun?” diyerek onun yanına eğildi Behram. “Süpürgeyle alırız, kalk sen.”

Gazel’in yanına eğildim. Buz kesmiş ellerinden tutarak onu kendimle beraber doğrulttum. Muazzez süpürge getirmek için hızla uzaklaşırken, Hazer’e kırgın bir bakış atarak Gazel’le kenara çekildim. Hazer’in yerinden kalktığı yoktu, hâlâ şarabını içiyordu ama bakışımı gördüğü an içindeki geniş uçuruma yürüdüğünü hissetmiştim.

Gazel’e döndüm. Bizi duymayacaklarından emin olacak kadar ona yaklaştım. Yüzü sararmıştı, bakışları karışıktı ve ne yaptığının çok da farkında değil gibiydi.

“O ve ben asla bir olamayız!”

Karşımda o kadar üzgün durdu ki, ne cümle kuracağımı bile bilemedim. “Babam annemle olduysa bu dünyada herkes herkesle olabilir,” diyerek buruk şekilde gülümsedim. “Yalvarırım, dürüst ol!”

Kafasını yana salladı. “Beni avutma, çünkü bunun böyle olduğunu sen de ben de biliyoruz...” Bakışları koltuklara çevrildi ama çok oyalanmadan tekrar bana döndü. “Esma nasıl birisidir sence? Tam Muazzez gibi biridir. Peki ya ben? Ben nasıl birisiyim? Ben... Dua bile bilmem! Anlıyor musun? Anlayabiliyor musun?”

Bahsettiği şeyi elbette anlıyordum ama... “Behram sana öğretir.”

“O benim doğru kişim olabilir ama ben onun için yanlış kişiyim.”

Omuzlarımın çökmesiyle beraber başımı bir daha arkaya çevirdim. Behram’ın Muazzez ile bardak kırıklarını bir torbaya topladıklarını gördüm. Behram torbayı dışarıya çıkarmak için uzaklaşırken Muazzez bizden yana endişeli bir bakış attı.

“Bir yerine gelmemiş değil mi?”

“Evet,” dedi Gazel. “Teşekkür ederim.”

Bakışlarımı önüme çevirirken tesadüfen bir kez daha Hazer’le göz göze geldim ve onun benimle konuşmasına fırsat tanımadan önüme döndüm.

“Abi biz geri dönecek miyiz?”

Muazzez bu soruyu sorduğunda Behram dış kapıyı kapatıyordu. “Gideriz gitmesine ama gecenin bir yarısı anca varırız.” Sesi sıkıntılıydı. “Uykun mu geldi?”

“Uyumak istiyorum,” diye itiraf etti Muazzez. “Biz kızlarla misafir odasında kalalım, sen zaten Han’la kalırsın.”

Han’la...

Behram başını salladı ve bir an yanıma baktı ama ağzını açıp tek şey söylemedi. Herkeste bir gerginlik vardı. Sanırım uyku hepimize iyi gelebilirdi. Elimdeki kupayı şöminenin önüne bırakarak Gazel’in elini tuttum.

“Gel, çıkalım da yat canımın köşesi.”

Gazel ellerini yüzünden indirdi. “Keşke buraya gelmeseydik, sizi rahatsız ettik. Sahi, sen ne ara buraya geldin, bana hiçbir şeyden bahsetmedin?”

“Hazer davet etti,” diye fısıltıyla cevap verdim. “Ben... hayır diyemedim.”

“Ah, yakışıklı erkeklere hayır demek zordur.”

Gazel’in dirseğine çimdik attığımda halsizce gülümsedi. Bakışlarım ondan ayrılıp koltuğa çevrildi. Hazer’le göz teması kurduğumuzda gergin olduğunu fark ettim. Muazzez bizimle yukarıya çıkmak için doğrulduğunda, “Kalacağınız odayı göstereyim,” diyerek Hazer de doğruldu ve süratle yürümeye başladı.

Muazzez, “Ben biliyorum ya,” demiş olsa da fayda etmedi ve Hazer yanımıza kadar yürüyüp merdivenleri tırmanmaya başladı. Onun arkasından çıkarken Gazel omzunun üzerinden arkaya döndü ve alçak bir sesle, “İyi geceler,” dedi Behram’a. “Sabah görüşürüz.”

Behram sıkıntılı görünüyordu, eli ensesindeydi ve hâlâ bardağın düşüp kırıldığı yere bakıyordu. “Hayırlı geceler.”

Hazer ile Muazzez üst kata çıkmışlardı. Biz de onların ardından merdivenleri çıktığımızda Hazer’i koridorun sonunda gördük. Bu, benim gün içinde kaldığım odaydı. Başımı kaldırıp Hazer’e bakmadan koridoru yürüdüm. Hazer’in yanından geçip kapıdan içeriye girerken Hazer yumuşakça dirseğimden tuttu. Baştan aşağıya ürperdim. Adımlarım duraksadı, Gazel odanın içine ilerlediğinde uzanıp kapıyı yavaşça örttüm. Sırtımı kapıya yaslayarak Hazer’le yüz yüze geldim. Elim kapının üzerinde kalmaya devam ederken gözlerimi Hazer’in uzun boynunda oyaladım. Boğazlı kazağı boynunu görmeme müsaade etmiyordu. Genzini temizleyerek parmaklarını dirseğimde yumuşakça gezdirirken, “Bana bir daha öyle bakma,” dedi, bu emirden çok ricaydı. “Sen öyle bakınca... yutkunamadım ben.”

“Gazel’e incinip incinmemesi hiç önemli değilmiş gibi davranıyorsun.”

“Çok iyi biri değilim.”

“Fakat o benim dostum,” dedim ince bir sesle. “İncinirse çok üzülürüm.”

“Tamam.” Hazer’in soluduğunu duydum. “Ben incitmem, üzülme sakın sen.”

Beni anlayışla karşılaşması rahatlatmıştı. Hazer’le bu durum üzerinden sürekli tartışmak istemezdim. Kızların içeride kısık sesle konuştuğunu duyduğumda burada daha fazla beklememin manasız olduğunu düşünerek geriledim.

“Dur dur,” dedi Hazer ve dirseğimdeki parmaklarını biraz daha bastırdı. “Bir kere bakmadan gitme...”

Kabul bazen Hazer’e bakmak zor olabiliyordu ama bazen de bakmamak daha zordu. Kirpiklerimin arasından ona bakmaya başladığımda sıcak vücudunun ağırlığını üzerimde taşıyormuş gibi bir anda ısındım. “Şimdi oldu,” diyerek gözlerimin en içine baktı. “Şimdi gidebilirsin ama gitmesen de olur tabii.”

Başımı yanıma eğerek nazikçe tebessüm ettikten sonra uzanıp omzundaki hayali tozları silkeledim. “Gideyim, Behram da yalnız kaldı zaten.”

Ben elimi çekerken Hazer elime uzun uzun baktı ama ikimiz de ona dokunmam hakkında konuşmadık. Sakince başını salladıktan sonra elini aheste aheste dirseğimden çekti. “Güzel uyu, yarın seni ata bindireceğim.”

Gün boyu atları izlerken bunu düşünmüş ama Hazer’e bahsedememiştim. “Sen de güzel uyu. Buenas noches.”

“Sana da ondan...”

Ensesini kaşıyarak geriye doğru yürümeye başladığında sırtımı tamamen kapıya yasladım. Hazer merdiven basamağına dek yürüyüp orada durduğunda gözlerimi bile kırpamadım. Gitmesini bekledim ama Hazer koridorun diğer ucunda durup beni izlemeye devam etti. O gitmeden içeriye giremedim, ben de karşısında dikilip bakışlarına karşılık verdim. Birimizin buna son vermesi gerekiyordu ama ikimizin de bunu yapacağı yoktu. Kalbim büyüyüp patlama raddesine gelene kadar öylece durduk ancak az sonra ikimiz de ayrılarak ters istikametlere ilerledik.

Odadan içeriye girdiğimde ışığın söndüğünü, Gazel’in yatağın içine girdiğini gördüm. Muazzez yatağın ucunda oturuyordu ve şalını çıkardığı için uzun, gür saçlarını görebiliyordum. Kapıyı kapattığımda bana doğru döndü. Anlık bir tebessümle dudaklarını kıvırdıktan sonra tekrar önüne döndü. Kararsız adımlarla geçip ben de yatağın diğer ucuna oturdum.

“Yatakta sen yat istersen Safir, ben koltukta yatarım.”

“Lütfen yatağın diğer tarafında yat,” dedim nezaketle. “Ben zaten kimseyle uyuyamam, siz yatın.”

Muazzez ısrar etmedi, lüzumu da yoktu. Yatağın ucundan doğruldu ve geçip yatağın diğer ucundaki yorganı kaldırırken benimle göz teması kurdu.

“Eğer iyi birisi olmasaydın benim için her şey daha kolay olurdu Safir. Fakat iyi birisin ve bana inceliğine karşılık vermekten başka şey kalmıyor.”

Bir dakika kadar gergin bir sessizlik oldu.

“Bana neden bunu söyledin?”

“Anladığını biliyorum.” Yatağın içine girerek bana sırtını çevirdikten sonra yorganı omuzlarına doğru örttü. Karanlığın içindeki çarşaf seslerini dinledim. “Zaten ondan başka herkes anladı.”

Çok uzun bir sessizlik oldu. Benim diyecek hiçbir şeyim yoktu, sanırım onun da duymak istediği... Bunu unutmayacaktım ama eziyet olmaması için kendime hatırlatamazdım da. O kadar dürüst davranmıştı ki onu sadece takdir edebilirdim.

Onu inkâr edemem ama... kabul de edemem.

Uzun saatler boyunca yatağın ucunda oturarak giderek koyulaşan karanlığı izlemeyi sürdürdüm. Düşüncelerimle ve yıldızlarla o kadar ilgilendim ki bir zaman sonra çok uzaklardan bir ezan sesi duydum. Dijital saate baktığımda sabahın dört buçuğu olduğunu gördüm. Yüzümü ovuştururken koridorda kapıların yavaşça açılıp kapandığını anladım.

Muhtemelen namaza kalkan Behram’dı.

Bacaklarımın uyuşukluğundan rahatsız olarak kalktım. Sesler dindiğinde kapıya yürüdüm. Hazer uyuyor olmalıydı, onun odasına girdiğini işaret eden bir ses duymamıştım ama bu saatte ayık olduğunu düşünmüyordum. Odadan dışarıya çıkarken Behram’ın koridorun sonundaki odaya girdiğini gördüm. Beni görmemişti, onu rahatsız etmeden merdivenleri indim ve son basamakta durarak etrafa baktım. Sessiz, ıssız ve karanlıktı. Hazer odasındaydı sanırım, zaten ne umarak inmiştim ki...

“Gece Yarısı Güneşi...”

Bu fısıltı karanlığı delip kulaklarıma süzüldüğünde uykulu gözlerim hızla etrafı taradı ama sesin sahibini bulamadı. Son basamağı da inerek koltukların olduğu yere ilerlerken gözlerim onu arıyordu. Beni görüyor olmalıydı ama o , benim bakış açımda değildi. “Sıcak,” dedi Hazer, sesi daha yakından geliyordu. “Yaklaşmaya devam et.”

Ah, oyun oynuyordu benimle.

“Daha sıcak oldu,” dediğinde sesi neredeyse yakınımdan geliyordu. “Çok sıcak.”

Bir adım daha attığımda ayaklarıma bir şey çarptı ve irkilerek baktığımda Hazer’i buldum. Burada, şöminenin önündeydi ve bacaklarını ileriye doğru uzatmıştı. Bakışlarım yüzüne vardığında, şömine ateşinin onu aydınlatıp ten rengini ısıttığını gördüm. Sırtını koltuğun arkasına yasladığı için ilk bakışta fark edilmiyordu, zaten etraf da karanlıktı. “Merhaba,” dedim ve bir adım daha atarak bacağının üzerinden geçtim. “Aşk olsun, beni neden kandırıyorsun da burada olduğunu söylemiyorsun?”

Omzunu silktiğinde şöminenin önündeki mindere oturdum. Ellerimi kucağımda bağlayarak karanlığın içindeki siluetini izledim. Pantolonunu çıkarmış, koyu renkli bir eşofmanla tişört giyinmişti. Omuzlarının genişliğine bakarken parmaklarımla oynadım ve vücudumun sıcakla beraber gevşediğini hissettim. Bir bacağını kendine doğru çekmiş, dizinin üzerine kalın bir defter yerleştirmişti ve elinde bir kalem vardı.

“Neden uyumadın?” diye sorduğunu duyduğumda, “Yerimi yadırgadım galiba,” dedim. Sesim çarpıcı derecede boğuktu. Ona bakmak... beni etkilemiş miydi?

“Hımm,” dedi Hazer ve kâğıda bir çizik daha atarak bakışlarını bana çevirdi. Bir dakika kadar gözlerime baktı. “Ben de senden uzaklaşınca yadırgadım yerimi...”

“Yaa...”

“Yaa.”

Yanağımı kaşıyarak kirpiklerimi kırpıştırdım. “Ne çiziyorsun?” diye sordum ve oturduğum yerde hafifçe yükselerek defterine bakmaya çalıştım ama Hazer anında arkasına saklayarak kafasını hayır anlamında salladı. “Şimdi göstermek istemiyorum.”

“Peki,” diyerek kalçamı tekrar mindere koydum ve şömine içine baktım. Ateşten küller görünmüyordu, sarı ve turuncu renkli alevler yürek hoplatan bir dansa tutuşmuştu ve odunun sesi ince ince yükseliyordu. “Karanlıkta nasıl çizebiliyorsun ki?”

“Çizdiğimi görmem gerekmiyor,” dedi yumuşak sesle. “Gözlerimin önündeki güzelliği çiziyorum.”

İnkâr etse de faydasızdı, artık biliyordum; Hazer’in ince bir ruhu vardı. Dudaklarım yana doğru kıvrıldı ve gülümsemem yanaklarıma yayıldığında, “Birkaç saniye böyle kal,” diye fısıldadı efsunlu bir sesle. “Bunu zihnime kaydedeyim.”

Ricasını geri çevirmedim. Bu istek beni utandırdığı için birkaç dakika boyunca onunla hiç konuşmadım. Aslında Hazer’le konuşmaya alışmıştım, hatta ona Leo’dan bile bahsetmek istiyordum.

“Seninle bir şey yapalım.” Hazer’in sesi daha yakınımdan gelince bunun mecburiyetim olduğunu bilerek göz kontağı kurdum. “Sana bir kâğıt ve kalem vereyim. Sen de bana bir şey çiz Mila. Ama nasıl bir şey biliyor musun... Öyle bir şey olsun ki, o ürkek bakışlarını açıklasın bana...”

Deftere uzandı ve bir boş sayfayı koparıp kalemle birlikte dizlerimin üzerine koydu. Şaşkınlığı yüzümün her kıyısında taşıyarak ona bakıyordum. Bana öyle bir şey diyordu ki korkunç sırrımı öğrenmek istiyordu. Hazer bu çok korkunç, şimdi sana ne anlatsam ellerini kulaklarına örtüp kaçmak istersin. Mesela şey diyebilirim Hazer... şekerler çok güzel şeyler ama hep onlarla kandırıldım.

“Sen de çizecek misin?” diye sordum. “Beraber çizip aynı anda gösterelim mi?”

Bu onun bir an duraksamasına neden oldu. Huzursuz göründü ama sonra kafasını sallayarak defteri aldı ve eski pozisyonuna döndü. Ateşin ışığından yararlanmak için şömineye biraz daha yaklaştığımda, “Dikkat et,” diyerek beni uyardı. Gülümsedim.

Birkaç dakika sonra ateşin ışığından faydalanmak için kâğıdı yere koymuş, kendim de eğilmek zorunda kalmıştım. Gözlerimi kapattım, ne çizeceğimi biliyordum. Boğazıma sert bir yumru oturdu ve ondan kurtulamadım. Kalemi kâğıda koydum ve gözlerimi açarak kalemi kâğıt üzerinde kaydırdım. Hazer’in hızlı hızlı bir şeyler çizdiğini görmüştüm, kalemin kâğıdı buruşturduğunu duyuyordum bazen.

Onu Hazer’le tanıştıracaktım.

Hazer sakın onunla el sıkışma,
Kiri üzerine bulaşır.

Kâğıdın köşesine küçük bir kız çizdim, elinde pelüş ördeği vardı ve saçları dağınıktı. Kâğıdın diğer tarafına, kızın karşısına onu çizdim. Önce eli yüzü düzgün, bakıldığında güzel görünen bir adamdı ve o adamın içine bir canavar yerleştirdim. Adam avucundaki şekerlemeleri kıza uzatırken tebessüm ediyordu ama içindeki canavar şeytani kahkahalar atıyordu. Kızın zihni, o şeytanı göremeyecek kadar küçük ve masumdu ama şeytan oradaysa, herkesin kaybedecek bir şeyi var demekti.

Zaten kız da kaybetti.

Kalemi kenara bırakıp elimdeki çizimle Hazer’e döndüğümde, onun da eş zamanlı olarak bana döndüğünü gördüm ve göz göze geldik. İkimiz de birkaç dakika içinde çizim yaptığımız için yorulmuştuk ve beklentiyle ellerimizdeki kâğıtlara bakıyorduk.

“Resimleri birbirimize göstermeden önce yapmak istediğim bir şey var...” Hazer fısıltımı duyduğunda kaşlarını çattı. Kafasını sallayarak bana onay verdi. Kâğıdı nemli elimde sıkıca tutarken, beklenti dolu bakışlarına içimdeki çığlıklarla yanıt vererek onun bana daha evvel yaptığı şeyi yaptım. Başparmağımın kenarına bir öpücük bıraktım ve hızla uzanıp başparmağımı onun yanağına, elmacık kemiğinin altına nazikçe bastırdım. O beni gözlerimden öpmüştü, ben yanağından öpüyordum.

Hazer’in gözleri yırtıcı bir hal aldı. Parmağımı sıcak yanağından çekerken göz temasımız hiç bozulmadı. O karaya vuran geminin kaptanıydı, beni almış, güverteye çıkarmıştı ve şimdi önümüzdeki coşkulu denizin üstesinden beraber geliyorduk. Nereye nereden gidersen git bana varacaksın. Çünkü insan en nihayetinde hep evine döner.

Hazer büyük bir yutkunuşla dudaklarını ısırdığında sessizliğine minnettar kalarak elimdeki kâğıdı açtım ve tereddütle onun bakış açısına kaldırdım. Aynı şekilde Hazer de elindeki kâğıdı açıp bana çizimini gösterdiğinde ikimizin de bakışları birbirimizin ellerinde olan kâğıtlara düştü.

O benim kâğıdımı izlerken benim onun kâğıdında gördüğüm ilk şey... küçük bir oğlan çocuğu oldu. Rastgele çizgilerle çizilmiş özensiz bir çizimdi ama ne anlattığı anlaşılıyordu. O çocuğun arkasında biraz daha uzun, daha irice bir çocuk vardı ve elleri küçük çocuğun omuzundaydı. Resim bu iki çocuktan ibaretti, hem çok şey anlatıyor hem de hiçbir şey anlatmıyor gibiydi. Resimdeki çocuklardan birisi kendisi miydi? Hangisi oydu? Ona bunu sormak için bakışlarımı suratına çevirdiğimde, Hazer’in donmuş bir şekilde resmime bakıyor olduğunu gördüm.

Bak Hazer,
Bu cinayetin bir tanıdığı da sensin artık.

O, resme baktıkça ben küçüldüm. Kaçıp gitmek istedim ama hiçbir şey yapamadım. Resme baktıkça kaşları çatılıyor, parmakları ensesini daha sert sıvazlıyordu. Hazer’in çenesi titremeye başladığında bir anda fevrice elimdeki kâğıda uzandı ama kâğıdı hızla geriye çektiğimde gözleri gözlerimle buluştu. Zamanı dondurmak ne mümkündü Tanrı istemedikçe ama... Zaman bu anda donmazsa başka ne zaman donabilir ki? Ne şarkı vardı şimdi ne de müzik. Ne sahne vardı ne dans. Sadece... Küstah kahkahaları geçmişten yükselen bir şeytanın harcadığı bir çocuk vardı. Hazer artık bu kız çocuğunun canavarıyla tanışmıştı.

BÖLÜM SONU.